Dil ve Tarih Üzerine

İnsan yaradılışı gereği sürekli bir takım soyut veya somut kavramlara gereksinim duyar. Kendi gücü ve yapabilecekleri sınırlı olduğu için başkalarıyla teması ve sürekli iletişimi zorunludur. Tarih boyunca, yalnızlığın sadece Allah’a mahsus olduğunu bilen insanoğlu ilk medeniyetlerden beri sürekli toplu halde yaşamıştır. Önceleri kavimler halinde küçük topluluklar oluşturan insanlar dünya nüfusu arttıkça büyük topluluklar kurmuşlar ve geçirilen uzun yıllarla birlikte ortak değerleri paylaşır hale gelmişlerdir. Birlikte yaşamanın getirdiği ortak düşünebilme yeteneğiyle ve paylaşılan değerlerle genişleyen topluluk bazı tarihsel önemi bulunan olayların da etkisiyle ‘kültür topluluğu’ yani ‘toplum’ haline dönüşmüştür. Bir başka ifadeyle başlangıçta insan yığını olarak ifade edilen kalabalık artık ortak bir kültüre sahip topluluk yani toplum olarak adlandırılmıştır.

Oluşumu uzun zaman alan kültür, genel ve kapsayıcı bir kavramdır. En basitinden aşk kültürel bir kavramdır. Çünkü aşk ortak duyguların, paylaşılan ortak zaman ve anıların insan için bir sentezidir. İlk başta iki kişilik bir topluluktan oluşan ve daha sonra gerek birey sayısının artması gerekse maddi ve manevi belirli değerlerin paylaşılmasıyla en küçük toplum olma özelliği kazanan aile kavramı da kültürel bir öğedir. Bunun yanında kendisini millet olarak tanımlayan toplumların da şüphesiz sahip çıktıkları ve paylaştıkları bir kültürü olmalıdır. Ulusal kültür olarak ifade edilen bu kavramı oluşturan iki önemli unsur vardır: Dil ve Tarih

Uzun süren birlikte yaşamayla beraber olaylar karşısında aynı tepkiyi veren aynı hüznü paylaşıp aynı sevince ortak olan toplum artık milli bir tarihe sahiptir. Yeri geldiğinde cihana nam salmak için birlikte çarpışan, yeri geldiğinde belirli bir düşmana yahut belirli bir kavrama karşı birlikte tepki gösteren, yeri geldiğinde vatan dediği toprakları korumak uğruna sırt sırta verip savaşan toplum kendi tarihini yazmıştır. Cephe savaşlarının, göğüs göğse çarpışmanın yerini soğuk savaşlara bıraktığı günümüz dünyasında toplumlar milli tarihi geliştirmek adına eskisi kadar fazla uğraşamamaktadır. Bir başka ifadeyle toplumların ortak değerlerinden biri olan tarih olgusunun içini doldurmak eskisi kadar başarılabilir bir iş değildir. ‘Pekâlâ, günümüzde ne yapılabilir?’ tarzındaki soruların cevaplarını araştırmak milli kültürün içine aldığı tarihi anlamada ve yorumlamada önemli olduğu gibi tarihin gelecek için şu andaki birleştirici rolünden daha fazlasını üstlenmesine yardımcı olur.

Yapılabileceklerin ilki eğitim alanında tarihi ezberden uzak bir duruma getirmek olmalıdır. Bu sayede gençler ecdadının düşüncelerini, yaşayış tarzını, değer verdiği veya uzak durduğu nesne ve yargıları anlayabilecektir ve bunun getirisi olarak da yaptıkları işler, verdikleri kararlar, aldıkları sorumluklar yol göstericileri yani tarihleri sayesinde daha sağlam ve güvenilir olacaktır. Tarihe sahip çıkmanın diğer yöntemi olarak tarihi günlere gereken önemin verilmesi, olayların anlam ve önemine uygun olarak yılönümlerinde anılması veya kutlanması gösterilebilir. Misal olarak 9 Eylül İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluş günüdür ve bu tarih İzmir halkını birbirine daha sıkı bağlarla bağlayabilecek bir özelliğe sahiptir ancak bu günün önemi ölçüsünde değerlendirilmesi lazımdır. Bunun yanında 27 Aralık Atatürk ve temsil heyetinin Ankara’ya ilk geldiği gündür ve bu önemli tarih Ankara halkı tarafından ehemmiyeti ölçüsünde kutlanmamaktadır. Eğer kutlansa toplum kimliğiyle Ankara halkı milli bir tarih etrafında toplandığını anlayacak ve bu, insanları birbirlerine daha çok yakınlaştıracaktır. Ayrıca tarih, özellikle de kendi toplumunun tarihi konusunda uzman olarak gösterilen kişilere gerekli imkânların sağlanması ve bu kişilerin gerek yazdıkları kitaplarla gerekse yaptıkları diğer çalışmalarla halkı bilinçlendirmeleri de milli tarih konusunda kalkınmaya ve ilerlemeye olanak sağlayacaktır.

Kapsayıcı kültür öğelerinden en önemlisi ve toplumları bir arada tutmanın en etkin silahı dildir. ‘Eğer bir toplumu yok etmek istiyorsanız ilk önce onlardan milli dillerini alın.’ sözünden hareketle soğuk savaş döneminin yaşandığı günümüz dünyasında emperyalist güçler zenginliklerine ulaşmak istedikleri toplumların dillerine savaş açmaktadırlar. Ülke denen topraklarda, gönül bağıyla bağlanmış, kökeni ne olursa olsun tek bir millet yaşamalıdır yani yaşayan insanlara kendi kimlikleri sorulduğunda aynı cevabı vermelidirler. Bu da ülke genelinde kullanılan tek dil sayesinde olur ki bu ortak dil tarihten bu yana zaten gönül bağıyla bağlı olan insanları kültürel olarak da birbirlerine kenetler. Toplumların anayasasında birden fazla resmi dilin olması doğal olarak bireylerin farklı düşünmesine, birbirlerinden kopuk yaşamasına ve ilerleyen yıllarda birbirlerini anlamamalarına yol açar. Bu da ancak ve ancak toplumun zararından menfaati olan kişilerin veya toplumların işine gelir.

Dış güçler tarafından özgürlüğün ilk adımı olarak lanse ettirilen her köken için ana dil zırvalığı kozmopolit bir yapıya sahip toplumlarda, has köken olarak tabir edilen kesimin yanı sıra, diğer kökenlere de zarar verir. Kökenlerin birliği halinde güçlü olan toplumlar, ayrıldıktan sonra her parçası ‘annesiz kalmış bir yavru’ misali yalnız ve dış tahriplere açık duruma gelecektir. Bu şekilde bütün halde güçlü olan toplumları yıktıktan sonra dış güçlerin bir sonraki hedefi ‘parçala, yönet’ prensibindeki ‘yönet’ kısmına geçmek olacaktır. Etnik kökenlerle sadece çıkar sağlama üzerinden anlaşma yapan dış mihraKların kozmopolit ve kültürel toplumları yıkmaya çalışıp da saf ırk halinde kendi başına yaşayan toplumlara sempati gösterecek hali yoktur. Kozmopolit toplum yıkıldıktan sonra karanlık yüzünü bütünün her parçasına göstermeye devam edecektir. Bu durumda hazır zaman ve imkân varken ortaya atılan zırvalıklardan vazgeçmek ve zor günlerde toplum olmanın bilinciyle emperyalist güçlere beraber savaş açmak yapılacakların en doğrusudur.

Toplumlar için kendilerine ait bir dilin varlığının önemini vurgulamıştık. Var olan bu dilin olanakları nispetinde toplumun içinden çıkması ve yaşayış tarzını yansıtması da önemlidir. Yani toplumun kullandığı dilin her şeyi ile ‘milli bir dil’ olması gerekmektedir. Güçlü devletlerin dil ile ilgili politikalarından birisi de bu olmuştur. Örneğin toplumumuzun bazı kesimlerinde batılılaşma diye tanımlanan ama batının giyim tarzını ve dilini almaktan öteye gidemeyen, gerçek tanımıyla ‘batı özentiliği’ kavramı dilimizi yozlaştırmaktadır. Bunun yanında yaşayan hiçbir dil, başka dillere kapalı değildir ve olmamalıdır. Gelişen bilim ve teknolojiyle yeni icatlara bulunan isimlerin dilde karşılığı olmayabilir bu da o kelimenin dile alınmasını zorunlu kılar. Fakat dilde bir durumu veya nesneyi tanımlayabilen bir karşılık varsa yabancı dillerden aynı anlama gelen kelimelerin alınması dili yozlaşmaktan ve özentilikten öteye götürmez. Bu dengenin, dili kullanan insanlar tarafından iyi kurulması gerekmektedir.

Sonuç olarak, insanların ihtiyaçlarını, sorunlarını, sıkıntılarını gidermek için tercih ettikleri birlikte yaşayıp topluluk kurma fikri bugüne gelindiğinde ortak değerler etrafında toplanmış toplumları oluşturmuştur. Toplumlaşma hareketini tamamlarken ve tamamladıktan sonra yürünülen yolda muhakkak önemli engellerle karşılaşılacaktır. Yapılması gereken bizi birbirimize bağlayan değerleri daha sıkı tutmaktır. Olaylara kendi açımızdan baktığımızda toplum olma sürecini tamamlayıp, kökenleri farklı olmasına rağmen tarihleri boyunca birlikte yaşamış, sevinçlerini paylaşarak arttırmış, üzüntülerini paylaşarak azaltmış kendilerine aynı şekilde hitap edilmiş yani ‘Türk Milleti’ denmiş insanlar, bugün yapılan bir takım çirkin propagandalara aldanmaz. Çünkü bilirler ki birlikten kuvvet doğar.